Dünyanın en rahat hamileliğini geçirdim. İlaç kullanmadım, ödemim olmadı, şeker testi yaptırmadım. Dışardan bakılınca görünürde sadece göbeğim vardı ve ‘oğlan’ taşıdığım için güzelleşmiştim de. Her şey o kadar yolundaydı ki, sonsuza kadar hamile olarak hayatıma devam edeceğimi sanmaya başlamıştım. 40 hafta değil, belki 400 hafta, 4000 hafta… Nasılsa bebek yavaş yavaş büyüyordu ve vücudum da ağırlığı sorunsuz kaldırabiliyordu. Doğumdan kısa bir süre önce, 5 yaşında çocuk sahibi bir arkadaşıma her şeyin mükemmel gittiğini anlattığımda, ki Covid dönemiydi, telefonda konuşuyorduk: “Hamilelik bir şey değil, asıl olay ondan sonra başlıyor” demişti. Bu cümle hayallerimi bir anda delip geçmişti ama kendimden ve çocuğuma kolayca bakabileceğimden emindim. Diğer yandan bebek 4 kilogram olduğu için doktorum normal doğumu tavsiye etmediğinden, ameliyathaneye girerken sezaryenin çok kolay bir işlem olduğunu söyleyen kuzenimin sesi kulağımda yankılanıyordu; dolayısıyla normal doğum yapan kadınlara üzülüyordum. Doktora “Cildim çok hassas, dikiş yaparken ne olur dikkat edin” dediğimde hafif alaycı şekilde gülümsüyor ve herhalde şımarık olduğumu düşünüyordu. Bir şekilde absürt ve grotesk olarak nitelendireceğim sezaryen sonlandı ve odaya geçtim.
Hastane odasına girdiğimde benim için her şeyin değiştiğini sert şekilde idrak ettim. Hemşireler bebeği kollarıma yerleştirdi ve kolostrum denen o çok değerli sıvıyı sağlayabilmek için süt sağma aleti getirdiler. Bir şekilde, sezaryen yapılan annelerin sütünün gelmeyeceğine dair söylentileri kendi içimde geçiştirmeye çalışarak, büyük çabayla o sıvıyı sağdım. Ve bebeğe vermeye çalışırken üzerimdeki yorgana yanlışlıkla döktüm. Şimdi bunları yazarken gözlerim doluyor; çünkü ilk tamir edilemez suçluluk duygusuyla o an tanıştım. Zihnim kapkara bir tül örtüyle kaplandı ve yeni hayatıma bu kumaşın boğuculuğuyla mücadele halinde başladım. Bebeği emzirmeye çalışarak geçen saatlerde, epiduralin etkisi hafifliyor, vücudumdaki uyuşmalar ve ağrılar su yüzüne çıkıyordu. Bir bacağım paralize olmuşçasına adeta yoktu, asla komuta edemiyordum. Memelerimden sadece damla damla süt geliyor, içeriye giren farklı farklı hemşireleri “Süt gelecek mi, süt gelecek mi” sorularıyla bunaltıyordum. O esnada başka bir hemşire gelip, “Biraz mama vereceğiz şimdi” dediğindeyse, suçluluk duygum yetersizliğe dönüyor, mamanın içindeki katkı maddelerinin ezici üstünlüğü karşısında küçülüyor ve o esnada sırt ağrılarımla ne yapacağımı bilmiyordum. Baş hemşire odaya girip “Artık biraz yürümeniz gerekiyor” dediğindeyse annemin yardımıyla ayağa kalkıyor ve hastanenin koridorunda ortalıkta tek başına kalmış yalnız bir ağaç gibi dikiliyordum. Annemin desteğiyle birkaç adım attıktan sonra, yere sert şekilde istemsizce düştüğümde, ağlayacak kuvveti dahi içimde bulamıyordum. 1.79 olan boyumla hastanenin halıfleksinin altındaki taşı öyle şiddetle hissetmiştim ki, dizime kalıcı zarar verdiğimi biliyordum, ama o an bundan önemlisi, memelerden sütün gelmesiydi. Sezaryenin ve emzirmenin kolay olduğunu kim söylemişti. Bu bir soru bile değil ama cevaplayayım: Neredeyse herkes!
Hâlâ ilk gün. Sezaryen dikişleri üzerine yapıştırılmış ‘estetik’ bant, cildimde öyle bir reaksiyona yol açmıştı ki birkaç saat içinde dokular zarar görmüştü. Doktorsa cildim konusunda sonunda bana hak vermişti. Hemşireler geliyor, ağrı kesici veriyorlardı. Ağrılardan dolayı asla doğrulamıyor, yemek yemeye çalışıyor, süt sağabilmek için elimden geleni yapıyorum. Nasıl olduysa ikinci güne geçiyorduk, üçüncü günde evdeydik. O gece ikili, mavi, motorla çalışan süt sağma makinemle tanışıyor, asla unutamayacağım acıları ve ağrıları sağıyordum memelerimden. Bebeğime süt verebilmek için dokuların kaybını izliyor, bazen pembe akan kanı, bazen derinin altındaki eti görene dek bekliyor, acılar içinde çığlıklar atıyor, sonra gümüş kapakların meme uçlarını iyileştirmesini umuyor, yaralı bir asker gibi minik bir insan yavrusuna yetmeye çalışıyordum. Covid önlemlerinin ve ölümlerinin tepe noktasında olduğu dönemde, yeni hayatımdaki tek odak mavi süt sağma makinesi; kafamı kurcalayan yegane şey, ‘Bebeğim yeterince beslenebildi mi’ sorusuydu. Hızla uykusuzluk çağına giriyordum. Bebeğin uyumayan bir canlı olduğu gerçeğini kabullenmeye ve sindirmeye çalışıyordum. Üstelik ilk 3-4 ay boyunca bebek mütemadiyen kusuyordu, gözüm sürekli üstündeydi. Ben sürekli meme sağıyordum, bebeği tartması için eve hemşire çağırıyordum. Bebeğin aldığı ve verdiği gramları hesap makinesiyle hesaplıyor not ediyordum. Artık bebek düzgün emmeyi öğrendiğinde mavi makineyi fırlatıp atıyordum vs. vs. Akli dengemi bir miktar yitiriyordum, evet.
Gece ve gündüz emzirerek uykusuz iki sene geçmişti ve ben o süre boyunca evden çalışan bir anne olarak, bir gün dahi çocuğumu yalnız bırakmamıştım. Bu esnada, elbette kendi bakımıma asla vakit ayıramıyordum. Hamileliğin vücudumda yaptığı değişiklikler -örneğin genişleyen basenlerim- artık beni rahatsız etmeye başlıyor, sosyal hayat eksikliği ve sıkıcı ev rutini ruhsal sağlığımı zorluyordu. Pusetli yürüyüşlere çıktığımda, saçları boyanmış, makyaj yapmış, şık giyinmiş ve parfüm kokuları eşliğinde bebeğiyle mutlu vakit geçiren anneleri gördüğümde gözlerime inanamıyor, yine de değişim isteğini kendimde bulamıyordum. Çocuğunu bakıcıya ya da kreşe bırakıp ‘giden’ anneler zaten benim düzlemimde olmadığı için, onlarla bir bağ kuramıyordum. Çok önemli bir konu olan, bakıcı meselesine gelince… Evde hep bir ‘bakıcı’ yardımcım oldu ama belki 20 farklı yabancı uyruklu insan geldi ve gitti. Hiçbirine farklı sebeplerle güven duymadım ve dolayısıyla çocuğumun bakımı, oyunları ve eğitimini tamamen ben üstlendim. Anne olana dek, fazlasıyla bireysel yaşam süren bir insan olarak, zamanımın ve benliğimin yok oluşuna ve ruhumun yavaş yavaş içimden çıkan başka bir canlıya teslim oluşuna her gün şahit oldum. Onun bir saatinin boş geçmesi, 15 dakika eksik uyuması ya da tabağındaki yemeği bitirememesi gibi durumlar, günümü ve günlerimi mahvetmeye yetti. Şimdi üç yaşına giren sağlıklı ve sevimli bir oğlum olduğu için mutluyum ama bana neler olduğunu hâlâ anlamaya çalışıyorum.
Şimdiki ‘challenge’ ise kreş: Oğlum gün içinde evde olmayacak ve ben günlerimi dolduran o yoğun suçluluk duygusuyla gerçekten baş başa kalacağım. Bedenimi kaplayan yetersizlik hissiyatını aktaracağım başka insanlar (mesela öğretmen?) ve başka binalar olmasını istemiyorum. Sevgili oğlum, yeterince sevgimi ve ilgimi aldıysan, şimdi biraz yok olabilir miyim? Arkadan bir sesin kibarca “Hayır” dediğini duyuyorum ve o sesle hayat boyu bir arada yaşamanın yollarını arıyorum. Çünkü zaten tüm benliğimle var etmeye çalıştığım bir şey için yok olmuşum, bunu güzel bir sebep için yapmışım, karşılığını da almışım, türün ve genlerin devamına hizmet etmişim. Şimdi, eğer kaldıysa, bazı alışkanlıklarıma sarılıp yeniden Melida olmayı deneyeyim.